25 Kasım 2015 Çarşamba

Frankfurt’ta nereleri gezdim nereleri...

Teyzemi ziyaret etmek amacıyla Frankfurt'a gelmiştik. Uçak yolculuğu beni yormuş olmalı ki ilk gün şehir merkezini gezdiğimizi pek hatırlamıyorum. Çünkü uyuyordum çoğunlukla. Hatırladıklarım; bir ara yüksek bir binanın tepesindeydik. Galeria Kaufhof’muş. Oradan şehire baktı annem babam. Teyzemle ben biraz daha aşağıda bekledik. Sonra yemek yediler. Bana da yedirmeye çalıştılar ama patatesle aram hiç yok. Benim favorim anne sütü! Dönerken arabada yine uyuyacaktım ama bekledim. Eve gidince yer yatağımda geniş geniş hemen uyuyuverdim. Yol yoruyormuş insanı gerçekten hep büyüklerin dediği gibi birbirlerine!





Pazar günü kahvaltıya giderken yolda uyuyakalmışım. Gözümü bir açtım ki; Bar & Cafe Celona diye bi yerdeyiz. Ben çoktan kahvaltımı etmiştim. Ama gözümü ananaslara kestirdim. Annem de verdi elime bir ananas. Kabuğu da üstündeydi. Sert ve ekşiydi hafiften ama kemirdim gitti. Galiba çok komik gözüküyordum sürekli fotoğrafımı çektiler üçü birden.

Sonra annemle babam Goethe’nin (ünlü bir yazarmış kendisi ) evini gezdiler. Teyzem her gelenle gezdiği için artık “baymış”. “Ben Ozan’la takılayım” dedi ve biz de beraber turladık dışarıda. Sonra tekrar o eve geri döndük ve annemle babamın çıkmasını bekledik. Ne büyük evmiş! Gezdiler gezdiler bitmedi, özlemiştim onları. Neyse ki çıktılar ve gezmeye devam ettik.

Yerden su fışkırtan fıskiyelerin olduğu meydan çok hoşuma gitti. Goetheplatz’mış adı. Ne güzel akıl etmişler. Kuşlar gelip gelip su içiyor, yıkanıyor. Aslında keşke benim de kanatlarım olsa da uçabilsem. Çok eğlenceli bir şey olsa gerek. Babam kuşları bana yakınlaştırmaya çalıştı. Keşke yürüyebiliyor olsaydım. O zaman suların arasında koştururdum kesin. Gerçi annem durdururdu beni belki, ıslanırım da üşürüm diye. En iyisi yazın hava sıcakken gelmek o yüzden. Kimse karışmaz gönlümce koştururum.





Borsa diye bir yer varmış. Hiç anlamadığım para işleri görülüyormuş orada. Önünde bir boğa ve ayı heykeli vardı. Babam beni üzerlerine oturttu. Boyum yükseldi, şöyle bir etrafı gözetledim. Opera binasında insanlar müzik aletleri çalıp, şarkılar söylüyormuş, annem de keman çalsa ya. Belki bizim eski şarkıları da dinlerler Almanlar.  Ben annemin karnında az dinlemedim. Neyse işte belki bir gün Almanların sevdiği şarkıları da çalmayı öğrenir. Biz teyzemle beraber operanın önündeki süs havuzunun kenarında oturduk. Ahh o havuzun içine girebilseydim. Sularla oynayabilseydim!



Bu arada genel olarak insanlar çok iyi gibi. Hem burada hem evimizin olduğu yerde çoğu hemen bana gülüyor ve bir şeyler söylüyor. Onlarla konuşmamı, onlara bakmamı istiyorlar. E ben de karşılıksız bırakmıyorum. Frankfurt’ta da aynı şekilde davrandım. Gerçi bu sefer alışkın olduğumdan daha değişik şeyler duydum insanların ağzından. Herkes farklı biçimde konuşuyor. Enteresan. O yüzden bazen birbirlerini anlamıyor galiba insanlar. Tek bir biçimde konuşulsaydı belki daha kolay olurdu.

Babam gitmeden bir asma kilide hepimizin ismini kazımış. Artık ismim Demir Köprü’de asılı, annem babam ve teyzeminkiyle beraber. Bir daha gidince kontrol edecekmişiz orada hala durup durmadığını. 



O gün heykellerle işimiz bitmemişti sanırım. Kocaman dinozor heykellerinin oraya da gittik. Dinozorlar artık dünyada yokmuş. Dünyada yoklarsa, belki başka yerlerde hala vardırlar bilemedim. İnsanlar hala onlara çok meraklı. Şaşırdım buna. Babam en çok T-Rex’i seviyormuş. Heykellerden gördüğüm kadarıyla hepsi çok büyük, kocaman dişleri var ve sanki beni bir oturuşta yiyebilirler!

Akşam yemek yediğimiz yerde aşçı amcalar-abiler sürekli ateşle oynuyordu. Evde annemle babam da mum yakmıştı ama bu kadar büyük alevler görmemiştim hiç. Etleri pişiriyorlarmış meğerse. Alevlerin yükselip yükselip alçalmasını seyrettim ama sonra otur otur sıkıldım, başladım bağırmaya. Neyse beni sırayla restoranın içinde gezdirdiler. Biraz yer yurt insan gördüm.




Evimize dönmeden bir gün önce, Frankfurt’un dışındaki Heidelberg diye bir başka şehre gittik. Annemle babam kafaya taktılar. İlla Filozoflar Yolu diye bir yol varmış. Oraya tırmanacaklar. Teyzem arabamla beraber aşağıda beklemek istedi. Biz üçümüz başladık o yola bağlanacak olan yokuşu tırmanmaya. Annemle babamın halleri çok komikti. Güldüm durdum yol boyunca. Bir de annem köpek kakasının üstüne bastı. Hehehehe. Dikkat etseydi. En sonunda merdivenler -yokuşlar bitti. Bildiğin ağaçlıklı bir yol çıktı önümüze. Heidelberg de beni heyecanlandıran pek de başka bir şey yoktu.




Akşam Frankfurt’a döndük. Bir İtalyan restoranına götürdü teyzem bizi akşam yemeği için. Oradaki garsonlar çok sempatikti. Hep benimle iletişim kurmaya çalıştılar. Diğer masalardaki insanları merak ettim. Döndüm sırtımı bizimkilere sandalyemde otururken. Genellikle her lokantada benim için özel sandalye oluyor! Ekmek de yedim biraz. Çok lezzetliydi. Hem de dişlerimi kaşıdım kabuğuyla sert sert, iyi oldu.

Son gün gittiğimiz hayvanat bahçesi ve dükkanını da beğendim. Kuzular, keçiler ve oğlaklara çok yakındım. Hepsi çok tatlıydılar. Babam bir tane kuzuyu benim için yakaladı. Kulaklarını ve tüylerini sevdim. Yumuşacıktı. Ondan başka bir de karanlık bir yere girdik. Meğerse burada karanlıkta yaşayan hayvanlar varmış. Yarasalar, köstebekler. Kimi hayvanlar hiç gün ışığından hoşlanmıyor. Aslında ben de güneş ışığının gözümün içine girmesinden hoşlanmıyorum. Güneş gözlüğü de takmıyorum daha. (Göz doktorunun söylediğine göre 1,5-2 yaşıma geldiğimde artık takmalıymışım. Şöyle havalı bir şey seçerim kendime...) Bu aralar gözlüğü gözüme takmaktansa sapıyla kaşınan dişlerimi avutmak daha işime geliyor!

Teyzemden ayrılmak istemiyordum ama artık eve dönme zamanımız gelmiş. Kesin tekrar geleceğiz. Öyle dediler öpüşüp sarılırken birbirlerine. Oleyyy!!!

(Dip not: Dönüş uçağında çok sıkıldım. Hiç giderken ki gibi değildi. Uykum geldi ama uyumadım hiiiçççç. İstemedim işte uyumak, çünkü yatağım bile yoktu bu sefer. Uyusam nereye yatıracaklar beni ki. Rahat edemem ben! Oturduğumuz yer de daracıktı. Hiç hareket edemedim. Poofff. Bir daha istemem böyle bir uçak yolculuğu! )



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder