Helsinki’ye gitmek için yine bir uçak yolculuğu yapmamız
gerekti. Bizimkiler artık gitmeden önce bana açıklama yapıyorlar. Böyle böyle
uçağa bineceğiz, şöyle şöyle Helsinki’ye gideceğiz. Hoşuma gidiyor beni de
adamdan saymaları. Hem belki benim de kendime göre bir programım var, değil mi?
Mesela hangi
oyuncaklarımı bavula koymak istediğimi de soruyorlar. Gerçi tatildeyken çok
fazla oyuncaklarla ilgilendiğimden değil ama tanıdık birkaç oyuncağımın benimle
olduğunu bilmeyi seviyorum.
Havaalanından şehire trenle geldik. Hava soğuk ve yağmurluydu. Giydirdiler beni lahana
gibi kat kat. Ayakkabılarımı kocaman botlarla değiştirdiler. Otele eşyalarımızı bırakıp çıktık dışarı
ve başladık yürümeye. Bebek arabası bizimkilere çoğu zaman kolaylık sağlasa da
bazen de zorluyor farkındayım. Mesela o büyük kilisenin merdivenlerini bebek
arabasıyla tırmanmak olanaksızdı. O yüzden annemle ben yandaki yokuşu çıktık ve
arkasındaki bahçesine girdik. O kilisenin hemen karşısında da lezzetli tatlılar
satan bir kafe vardı. Tasarım şehri dedikleri bu olsa gerek. Çok tarz bir mama
sandalyesine oturdum, menüye bir göz atmayı da ihmal etmedim. Tarçınlı
poğaçamsı tatlının tadını sevdim. Ağzımızı tatlandırmıştık. Çıkışta trene
benzeyen bir araca bindik ki, adı trammış.
Tramın içindeki sıcak havaya ve uğultusuna fazla karşı
koyamadım, gözlerimi kapattım. Açtığımda bu defa sokaktaydık. Arada neler
kaçırdım bilmiyorum. Kaç saattir uyuyorum, bacaklarım uyuşmuş. Bağırdım,
çağırdım, indirdiler beni arabamdan. Bir yandan yoğurt yedim, bir yandan da
koşturdum parkta.
Ama esas eğlence meğerse yeraltındaymış! Artık kimin aklına
geldiyse iyi gelmiş, yeraltına biz çocukları düşünürek bir eğlence merkezi
kurmuşlar. Gizli bir asansörle aşağılara indik, kıvrımlı tünellerden geçtik ve o büyük
kapının ardında hayatımda ilk kez bir top havuzuyla karşılaştım. Top havuzuna
dalmayı, hoplamayı zıplamayı çok sevdiğimi söylememe gerek var mı? Ve diğer
birçok tuhaf ama eğlenceli şişme oyuncakla oynamayı da tabi. Havalı masa hokeyi
bile oynadım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Akşam yemeği
zamanı gelmiş çoktan meğerse.
Çıkışta tekrar trama bindik ve Hard Rock Cafe’ye gittik.
Yemekle pek ilgilenmedim ama yemeği sundukları gitar şeklinde tabak gerçekten
havalıydı. Boya kalemleri ve defter de verdiler. Rock falan diyorlar, biraz
büyük işi duruyor ama çocukları da seviyorlar demek, bu kadar düşündüklerine
göre.
Artık çok yorulmuştum ve otele döner dönmez de uyuyuverdim
zaten. Sabah kahvaltılarını otelde yaptık her gün. Annemle babam açık büfe
olmasından dolayı çok memnundu. Aslında ben de. Ne var ki çok belli etmek
istemedim. Sonra yediğimi görürlerse dayıyorlar ağzıma kaşığı sürekli.
Hava ikinci gün bir önceki güne göre çook farklıydı. Güzel
güneş gelmişti işte. Çok mutlu oldum. Önce deniz kenarına gittik. Açıkhava
pazarının içinden geçtik. Minik minik domatesleri görünce dayanamadım,
“domamiii!...” diye bağırdım. Zaten bizimkiler de çoktan almak için sıraya
girmişlerdi. Sonradan frambuaz, çilek ve ilk defa gördüğüm yaban mersininden de
aldılar.
Deniz kenarında oturup hepsinden yedik. Frambuaz ekşiydi ama çilekle
yaban mersini bir harikaydı.
Helsinki’de ilk defa dönmedolaba bindim. Gerçekten sürekli
dönen bir dolabın içine oturduk. Yükseklere çıktık, indik, çıktık, indik.
İndikten sonra etrafındaki tahtaların üstünde koşturdum biraz da. O bölgeden
ayrılmamız uzun sürdü kısacası.
Bizimkiler Aşk Köprüsü diye bir yerin peşindeydi. Üzerine
üçümüzün ismini yazdıkları bir kilidi köprüye asıp, anahtarını da suya
atacaklarmış. E bu suya atma işi tam bana göre bir işti. Elime verdiler
anahtarı, onların saymasını beklemeden işlemi bitirdim başarıyla.
Hemen köprünün yanında bir tepenin üstünde altın gibi
parlayan kubbesiyle bir kilise vardı. Oraya da bi çıktık ama bizimkiler pişman
oldu herhalde. Çünkü hep merdiven tırmanmak zorundaydık, e benim arabamı da
taşıdılar tabi.
Oradan çıkınca baktım “Trama binelim..” falan diyorlar. Fark
ettiler ya bir zaafımı, yine tramdayız. Ben de uyuyuverdim tabi, zaten uyku
saatim de gelmiş. Bazı kısımlar kayıp bende dolayısıyla. Uyandığımda bu defa
sıcacık bir kafedeydik. Fazer’miş adı. Şöyle bir etrafıma bakındım, çok
kalabalıktı. Biraz bir şeyler yedim bende. Sonrasında bir alışveriş merkezine
girdik ve işte mankenler çıktı karşıma bir kez daha. Mankenleri anlayamıyorum.
Sanki gerçek bir insan gibiler. Üzerlerinde kıyafetleri var ama hiç hareket etmiyorlar, sesleri çıkmıyor. Yanlarına gidip onlara dokunmak istiyorum.
Bizimkiler beni engelliyor “Devrilecek üzerine, dikkat eeett!..” diyerek. Bu
mankenlerin sırrını çözeceğim bir gün. Buradaki kayda değer diğer tek şey
balonlardı. Bir tane dinozorlu balon aldık bana ve arabama bağladık ipinden.
Bizimkiler nasıl bu kadar çabuk acıktı tekrar bilmiyorum ama akşam yemeği zamanı gelmiş. Genelde yaşlıların olduğu bir restorana gittik hep beraber.
Burada çok sıkıldım. Gönlümü almayı bildiler neyse ki. Otelimize yakın bir
parka gittik restorandan ayrıldıktan sonra. Tahtadan araba en favori oyuncağım
oldu.
Sallandım, kaydıraklarla da aram biraz düzelmişti artık. Aslında
yorulmuştum ama ilginçtir ki hava hala daha aydınlıktı. Uyku zamanı gelmemişti
demek ki. “Oğlum artık gitmeliyiz hadi hadi” diye diye beni ayırdılar parktan
ama iyi de yapmışlar galiba. Otele gider gitmez uyuyuverdim.
Bence Helsinki’deki en eğlenceli yere ertesi gün gittik.
Bir lunaparka! Yalnız annemle babam biraz saatleri karıştırmış herhalde. Gider
gitmez giremedik içeri, bekledik bayağı. Benim için hava hoş. Nasıl olsa ben
her türlü koşarım oradan oraya, kendime bir şeyler bulurum ilgilenecek. Mesela
yerdeki ağaç dallarını, kapakları bulurum. Oooo daha bir sürü şey...
Artık insanları içeri almaya başladıklarını görünce koştuk
biz de. Ay ne güzel bir yer. Rengarenk oyuncaklar, büyük büyük
kaydıraklar, anlam veremediğim birçok değişik aleti her şey dönüyor, zıplıyor. Trenler var, üstelik de
binebiliyorduk bu trenlere. O kadar sabırsızlandım ki. Çiti geçip hemen
binmeliydim şu kırık yumurta şeklinde olana. Meğerse sırada başka çocuklar da varmış bizden önce.
Aman neyse daha uzatmadan sıra bize geldi. İnekler ve horozlar vardı trenle
gittiğimiz yolda. Sonra sulu bir aktivite gözüme çarptı. Balık tutmaymış, ama
benim derdim balık değil kiii, suyla oynamak. Bizimkiler çok korktu üstümü
ıslatacağım ve üşüyeceğim diye. Dikkat ettik herhalde demek isterdim ama
etmedim. Birkaç balık tuttum ve bir tahta kamyon aldım karşılığında ödül olarak. Sonra annemle
minicik bir dönmedolaba, babamla da dönen fincana bindik.
O kadar yorulmuşum ki, şehir merkezine dönmek için tekrar trama binince ben yine uyudum gitti. Arası yok. Gözümü açışımla birlikte ortalıkta
hiç ses olmayışı dikkatimi çekti. Halbuki sokaktaydık. Meğerse vapura binip,
bir adaya gelmişiz. Bir denizaltı gördüm ilk defa burada. Kayık suyun üstünde
giderken, bu suyun altında gidiyormuş. İnsanlar
ne kadar değişik şeyler düşünmüş. Bir kalenin surlarının dibinde arabamdan
indim ve başladım yürümeye. Sonunda çok güzel bir parka geldik.
Helsinkili
çocuklar parklara ne zaman gidiyor acaba? Park bomboştu. İstanbul'daki parkları düşününce. Benim işime
geldi tabi. Yine ister salıncak, ister kaydırak takıldım. Karşı çimenlikte
gezinen kazlara da yakından baktık babamla. Kazlar biraz tehlikeli
olabiliyormuş eğer çok yaklaşırsak. Ada dönüşü vapuru yolculuğu da çok
zevkliydi. Dışarıda oturduk ve martılara bisküvi attık. Hep bizi takip ettiler.
Akşam iyice pilim bitmişti!
Helsinki’deki son günümüz için kendime kızıyorum aslında.
Çünkü otobüste giderken uyuya kaldığımı hatırlıyorum ve gözümü açtığımda yine
otel odasındaydım. Ama ne yapayım, otobüsü çok bekledik. Durakta beklerken
bayağı kalabalık bir insan grubu önümüzden geçti. Ellerinde bayraklar ve
balonlar vardı. Herkes pek mutluydu, sanırım bir şeyleri kutluyorlardı diye
düşünürken bizimkiler “1 Mayıs” kutlaması olduğunu konuşuyorlardı.
Otelden havaalanına gitmek için yine bir trene
bindik. Tren yolculuklarını seviyorum. Bir gün de uzun bir yolculuk yapsak
keşke trenle!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder