25 Ekim 2016 Salı

Helsinki bir park cenneti!

Helsinki’ye gitmek için yine bir uçak yolculuğu yapmamız gerekti. Bizimkiler artık gitmeden önce bana açıklama yapıyorlar. Böyle böyle uçağa bineceğiz, şöyle şöyle Helsinki’ye gideceğiz. Hoşuma gidiyor beni de adamdan saymaları. Hem belki benim de kendime göre bir programım var, değil mi? 
Mesela hangi oyuncaklarımı bavula koymak istediğimi de soruyorlar. Gerçi tatildeyken çok fazla oyuncaklarla ilgilendiğimden değil ama tanıdık birkaç oyuncağımın benimle olduğunu bilmeyi seviyorum.



Havaalanından şehire trenle geldik. Hava soğuk ve yağmurluydu. Giydirdiler beni lahana gibi kat kat. Ayakkabılarımı kocaman botlarla değiştirdiler. Otele eşyalarımızı bırakıp çıktık dışarı ve başladık yürümeye. Bebek arabası bizimkilere çoğu zaman kolaylık sağlasa da bazen de zorluyor farkındayım. Mesela o büyük kilisenin merdivenlerini bebek arabasıyla tırmanmak olanaksızdı. O yüzden annemle ben yandaki yokuşu çıktık ve arkasındaki bahçesine girdik. O kilisenin hemen karşısında da lezzetli tatlılar satan bir kafe vardı. Tasarım şehri dedikleri bu olsa gerek. Çok tarz bir mama sandalyesine oturdum, menüye bir göz atmayı da ihmal etmedim. Tarçınlı poğaçamsı tatlının tadını sevdim. Ağzımızı tatlandırmıştık. Çıkışta trene benzeyen bir araca bindik ki, adı trammış.


Tramın içindeki sıcak havaya ve uğultusuna fazla karşı koyamadım, gözlerimi kapattım. Açtığımda bu defa sokaktaydık. Arada neler kaçırdım bilmiyorum. Kaç saattir uyuyorum, bacaklarım uyuşmuş. Bağırdım, çağırdım, indirdiler beni arabamdan. Bir yandan yoğurt yedim, bir yandan da koşturdum parkta.


Ama esas eğlence meğerse yeraltındaymış! Artık kimin aklına geldiyse iyi gelmiş, yeraltına biz çocukları düşünürek bir eğlence merkezi kurmuşlar. Gizli bir asansörle aşağılara indik, kıvrımlı tünellerden geçtik ve o büyük kapının ardında hayatımda ilk kez bir top havuzuyla karşılaştım. Top havuzuna dalmayı, hoplamayı zıplamayı çok sevdiğimi söylememe gerek var mı? Ve diğer birçok tuhaf ama eğlenceli şişme oyuncakla oynamayı da tabi. Havalı masa hokeyi bile oynadım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Akşam yemeği zamanı gelmiş çoktan meğerse.


Çıkışta tekrar trama bindik ve Hard Rock Cafe’ye gittik. Yemekle pek ilgilenmedim ama yemeği sundukları gitar şeklinde tabak gerçekten havalıydı. Boya kalemleri ve defter de verdiler. Rock falan diyorlar, biraz büyük işi duruyor ama çocukları da seviyorlar demek, bu kadar düşündüklerine göre.
Artık çok yorulmuştum ve otele döner dönmez de uyuyuverdim zaten. Sabah kahvaltılarını otelde yaptık her gün. Annemle babam açık büfe olmasından dolayı çok memnundu. Aslında ben de. Ne var ki çok belli etmek istemedim. Sonra yediğimi görürlerse dayıyorlar ağzıma kaşığı sürekli.

Hava ikinci gün bir önceki güne göre çook farklıydı. Güzel güneş gelmişti işte. Çok mutlu oldum. Önce deniz kenarına gittik. Açıkhava pazarının içinden geçtik. Minik minik domatesleri görünce dayanamadım, “domamiii!...” diye bağırdım. Zaten bizimkiler de çoktan almak için sıraya girmişlerdi. Sonradan frambuaz, çilek ve ilk defa gördüğüm yaban mersininden de aldılar. 


Deniz kenarında oturup hepsinden yedik. Frambuaz ekşiydi ama çilekle yaban mersini bir harikaydı.
Helsinki’de ilk defa dönmedolaba bindim. Gerçekten sürekli dönen bir dolabın içine oturduk. Yükseklere çıktık, indik, çıktık, indik. İndikten sonra etrafındaki tahtaların üstünde koşturdum biraz da. O bölgeden ayrılmamız uzun sürdü kısacası.

Bizimkiler Aşk Köprüsü diye bir yerin peşindeydi. Üzerine üçümüzün ismini yazdıkları bir kilidi köprüye asıp, anahtarını da suya atacaklarmış. E bu suya atma işi tam bana göre bir işti. Elime verdiler anahtarı, onların saymasını beklemeden işlemi bitirdim başarıyla.


Hemen köprünün yanında bir tepenin üstünde altın gibi parlayan kubbesiyle bir kilise vardı. Oraya da bi çıktık ama bizimkiler pişman oldu herhalde. Çünkü hep merdiven tırmanmak zorundaydık, e benim arabamı da taşıdılar tabi.

Oradan çıkınca baktım “Trama binelim..” falan diyorlar. Fark ettiler ya bir zaafımı, yine tramdayız. Ben de uyuyuverdim tabi, zaten uyku saatim de gelmiş. Bazı kısımlar kayıp bende dolayısıyla. Uyandığımda bu defa sıcacık bir kafedeydik. Fazer’miş adı. Şöyle bir etrafıma bakındım, çok kalabalıktı. Biraz bir şeyler yedim bende. Sonrasında bir alışveriş merkezine girdik ve işte mankenler çıktı karşıma bir kez daha. Mankenleri anlayamıyorum. Sanki gerçek bir insan gibiler. Üzerlerinde kıyafetleri var ama hiç hareket etmiyorlar, sesleri çıkmıyor. Yanlarına gidip onlara dokunmak istiyorum. Bizimkiler beni engelliyor “Devrilecek üzerine, dikkat eeett!..” diyerek. Bu mankenlerin sırrını çözeceğim bir gün. Buradaki kayda değer diğer tek şey balonlardı. Bir tane dinozorlu balon aldık bana ve arabama bağladık ipinden.

Bizimkiler nasıl bu kadar çabuk acıktı tekrar bilmiyorum ama akşam yemeği zamanı gelmiş. Genelde yaşlıların olduğu bir restorana gittik hep beraber. Burada çok sıkıldım. Gönlümü almayı bildiler neyse ki. Otelimize yakın bir parka gittik restorandan ayrıldıktan sonra. Tahtadan araba en favori oyuncağım oldu. 


Sallandım, kaydıraklarla da aram biraz düzelmişti artık. Aslında yorulmuştum ama ilginçtir ki hava hala daha aydınlıktı. Uyku zamanı gelmemişti demek ki. “Oğlum artık gitmeliyiz hadi hadi” diye diye beni ayırdılar parktan ama iyi de yapmışlar galiba. Otele gider gitmez uyuyuverdim.

Bence Helsinki’deki en eğlenceli yere ertesi gün gittik. Bir lunaparka! Yalnız annemle babam biraz saatleri karıştırmış herhalde. Gider gitmez giremedik içeri, bekledik bayağı. Benim için hava hoş. Nasıl olsa ben her türlü koşarım oradan oraya, kendime bir şeyler bulurum ilgilenecek. Mesela yerdeki ağaç dallarını, kapakları bulurum. Oooo daha bir sürü şey...

Artık insanları içeri almaya başladıklarını görünce koştuk biz de. Ay ne güzel bir yer. Rengarenk oyuncaklar, büyük büyük kaydıraklar, anlam veremediğim birçok değişik aleti her şey dönüyor, zıplıyor. Trenler var, üstelik de binebiliyorduk bu trenlere. O kadar sabırsızlandım ki. Çiti geçip hemen binmeliydim şu kırık yumurta şeklinde olana. Meğerse sırada başka çocuklar da varmış bizden önce. Aman neyse daha uzatmadan sıra bize geldi. İnekler ve horozlar vardı trenle gittiğimiz yolda. Sonra sulu bir aktivite gözüme çarptı. Balık tutmaymış, ama benim derdim balık değil kiii, suyla oynamak. Bizimkiler çok korktu üstümü ıslatacağım ve üşüyeceğim diye. Dikkat ettik herhalde demek isterdim ama etmedim. Birkaç balık tuttum ve bir tahta kamyon aldım karşılığında ödül olarak. Sonra annemle minicik bir dönmedolaba, babamla da dönen fincana bindik. 


Lunapark kuralı bu olsa gerek. Her şey dönecek!  Bir arada yine döne döne yukarı tırmanan bir şeye bindik. Pek eğlenceli değildi bence, sadece yukarı çıktık. Gözümden kaçmadı değil, annemle babam bir ara beni nöbetleşe birbirlerine bırakıp, çok daha hızlı bir trene bindiler teker teker tek başlarına. Ah bir büyüsem !.. Neyse sonra gönlümü aldılar, üçümüz birlikte çooook yavaş giden bir trene bindik. Tamam yüksekten gidiyordu ama biraz sıkıldım sonuna doğru. Sonra zaten başladığımız yere döndük ve indik. Aslında beni bıraksalar şöyle bir, oranın altını üstüne getirirdim. Çok şey aklımda kaldı binemediğim için. Büyüyünce kendim giderim artık ne yapayım. Ablalar, abiler etrafta koşturdukça onları biraz kıskandım doğrusu!

O kadar yorulmuşum ki, şehir merkezine dönmek için tekrar trama binince ben yine uyudum gitti. Arası yok. Gözümü açışımla birlikte ortalıkta hiç ses olmayışı dikkatimi çekti. Halbuki sokaktaydık. Meğerse vapura binip, bir adaya gelmişiz. Bir denizaltı gördüm ilk defa burada. Kayık suyun üstünde giderken, bu suyun altında gidiyormuş. İnsanlar ne kadar değişik şeyler düşünmüş. Bir kalenin surlarının dibinde arabamdan indim ve başladım yürümeye. Sonunda çok güzel bir parka geldik. 


Helsinkili çocuklar parklara ne zaman gidiyor acaba? Park bomboştu. İstanbul'daki parkları düşününce. Benim işime geldi tabi. Yine ister salıncak, ister kaydırak takıldım. Karşı çimenlikte gezinen kazlara da yakından baktık babamla. Kazlar biraz tehlikeli olabiliyormuş eğer çok yaklaşırsak. Ada dönüşü vapuru yolculuğu da çok zevkliydi. Dışarıda oturduk ve martılara bisküvi attık. Hep bizi takip ettiler. Akşam iyice pilim bitmişti!


Helsinki’deki son günümüz için kendime kızıyorum aslında. Çünkü otobüste giderken uyuya kaldığımı hatırlıyorum ve gözümü açtığımda yine otel odasındaydım. Ama ne yapayım, otobüsü çok bekledik. Durakta beklerken bayağı kalabalık bir insan grubu önümüzden geçti. Ellerinde bayraklar ve balonlar vardı. Herkes pek mutluydu, sanırım bir şeyleri kutluyorlardı diye düşünürken bizimkiler “1 Mayıs” kutlaması olduğunu konuşuyorlardı.

Otelden havaalanına gitmek için yine bir trene bindik. Tren yolculuklarını seviyorum. Bir gün de uzun bir yolculuk yapsak keşke trenle! 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder